IĞDIRLI HASAN ONBAŞI
IĞDIRLI HASAN ONBAŞI
Kadim şehir Kudüs… Kudüs müslümanların ilk kıblesi. Peygamber Efendi’mizin Cenab-ı Hakkın huzuruna, göğe yükseldiği İslâm beldesi. Kudüs günümüzde İsrail Devleti’nin işgali altında ve Müslümanların önemli bir bölümünün kadim bölgeye girişi yasaktır. İslâm Alemi’nin kulağını tıkadığı bu işgale Türkiye Devleti hariç, hiçbir dünya devletti tepki göstermiş değildir.
Osmanlı İmparatorluğu Kudüs’e dört yüz bir yıl üç ay altı gün adaletle hükmetti. Kentin huzurlu dönemleri ise zaten bu kadar yıl süreyle sınırlıydı. Geçen huzurlu günler Osmanlı’nın bu toprakları terk etmesiyle son buldu.
Osmanlı Ordusu, böleden çekilerken yağmalamaların önüne geçmek için kentte elli üç askeri bırakmaya karar vermişti. Şehri işgal eden ve Osmanlı Ordusundan teslim alan İngiliz güçleri kutsal alanların güvenliği için bu kararı desteklemişlerdi. Şehrin terk edilmesi arafesinde birliğine seslenen Osmanlı Subayı geride kalacak askerlerine şu şekilde seslenmiş ve veda etmişti.
Konuşmasında:
“Aslanlarım! Devletimiz müşkül bir vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar. Beni İstanbul’a çağırıyorlar. İçinizden isteyenler memleketlerine dönebilirler. Ancak sizden bir isteğim var. Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigarıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti. Bundan sonra halimiz nice olur?’ demesin. Fahri kâinat efendimizin ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse, bu gâvura bayramdır. İslâm’ın şerefini Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.” demiştir.
Elli üç kişilik bölüğün tamamı komutanlarının sözüne itaat etti. Ancak, aradan geçen yıllarda bölüğün mevcudu her geçen zaman içinde birbir eksildi. Yaşlananlar, hastalananlar ahirete göç etti. Bir bölükten geriye sadece Hasan Onbaşı kaldı. Bu zaman zarfında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış Türkiye Cumhuriyet’i küllerinden var olmuştu. Kudüs’te bırakılan birlik ise bin dokuz yüz yetmiş iki yılına kadar unutulmuştu.
Bin dokuz yüz yetmiş iki yılında siyasilerden ve iş adamlarından oluşan resmi bir heyet İsrail’i ziyarete gitmişti. Bir gurup gazeteci ise bu guruba işlik ediyordu. O gazetecilerden biri de Gazeteci İlhan BARDAKÇI idi. Rahmetli Gazeteci İlhan BARDAKÇI tarihe not düşecek bir tesbitini şu şekilde anlatmıştır.
“Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbsirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.
“Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe,“Selâmünaleyküm baba.” dedim.Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
- Kimsin sen, baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden... Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
- Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
- O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin... Öleyazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
Merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV’de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi... O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk...
Iğdırlı Hasan Onbaşı ata topraklarına hiç dönemedi. Bin dokuz yüz seksen iki yılında muhafızlığına kendini adadığı Küdüs ve Mescid-i Aksa’da hayatını kaybetmiştir. Bu gün ise şüphe yok ki her Türk Askeri’nde Hasan Onbaşı ruhu hâlâ mevcuttur.
Kenan Kemal
Yorumlar
Yorum Gönder